Filistin: Türkiye rol oynayabilir mi?
Uluslararası toplumun "güçlüleri" halihazırda çatışmanın tarafı haline geldiklerinden akil aktörlerin sayısı pek fazla değil. Türkiye’nin doğru ve adil olanı seslendirmesi nedeniyle, kendi çıkarlarını önceleyen ABD ve Avrupa zihniyeti Türkiye’nin girişimlerine tedirgin yaklaşıyor. Doç. Dr. Murat Aslan, İsrail-Filistin çatışmasında uluslararası aktörler ile Türkiye'nin rolünü ve ateşkes için atılması gereken adımları kaleme aldı.
Orta Doğu’nun bir asırdan bu yana "muamması" haline gelen Filistin, kadim coğrafyanın tarihten geleceğe miras bıraktığı bir mesele. Tarih kitapları elden geçirildiğinde Hz. İbrahim ile başlayan "anlatı" farklı dini yorumlara mazhar olur. Özünde aynı dayanağa sahip olan söz konusu "tarihi yorumlar" toplum ve siyaset işin içine girdiğinde iyice farklılaşır ve çelişmeye başlar. Modern dönemin karmaşık sorunları ise Orta Doğu’yu çoğu zaman "çıkmaz" içine hapsolmuş ikilemlere mahkum eder.
Orta Doğu’nun demokrasi, askeri müdahale, rantiyer yapı, olgunlaşamamış milliyetçilik, toplumsal doku ve daha nice problemleri çoğu zaman "yaşanan sorunların ne olduğunu" unutturuverir. İsrail-Filistin meselesi de böyle bir konu. Modern dönemde Orta Doğu’nun gerek iç dinamikleri gerekse dış etkenler, İsrail-Filistin meselesinin ne olduğunun veya olmadığının net bir şekilde ortaya konmasını engelliyor. Nitekim, Levant coğrafyasında "Arap milli devletinin kurulması", "Aliyah-Yahudi göçü", "İsrail’in kurulması", "Arap-İsrail Savaşları", "İsrail-Filistin sorunu" ve nihayetinde "Filistin meselesi" şeklinde tanımlamalarla ifade edilen "problem", aslında konunun nasıl ve hangi gözle ele alındığıyla ilgili.
İfade edilen tespitler üzerinden halen Gazze’de, hatta genel olarak bölgede yaşanan olaylar ele alındığında yorum farklılıklarının nedenleri anlaşılabilir. Ancak gelinen aşamada problemi tanımlama gayretinin ötesine geçilmesi ve çözüme yönelik adımların süratle atılması gerekiyor. Buradaki paradoks ise problem tanımlanmadan çözümün mümkün olmamasında saklı. Öte yandan meselenin çözülememesi halinde düzensiz aralıklarla güvenlik patlamalarının kalıcı hale geleceği açık.
Atılması gereken adımlar
Pragmatik bir yaklaşımla; Filistin için öncelikle "ehemin mühime tercih edilmesi", diğer bir ifadeyle krizden çatışmaya evrilen durumun yatıştırılması ama sorunu çözmek üzere tüm tarafları memnun edebilecek adımların süratle atılması gerekiyor. Aksi takdirde insani dramlarla bezenmiş güvenlik sorunlarının pandemi şeklinde ortaya çıkması, yayılması ve hayatlara son vermesi bir döngü olacak. O halde Filistin’de yaşananları tarafsız ve adil bir sonuca ulaştırmak için atılması gereken adımlar ele alınmalı.
Meselenin hallinde öncelikle duygularla hareket etme alışkanlığını bir kenara itmek, akil yöntem, söylem ve araçlar kullanmak gerekiyor. Ancak, böyle bir tercih için meseleyi çözme kapasitesi olan üçüncü tarafların sorunun öznesi değil, dışarıdan gözleyeni olması gerekiyor. Uluslararası toplumun "güçlüleri" halihazırda çatışmanın tarafı haline geldiklerinden akil aktörlerin sayısı pek fazla değil. Örnek vermek gerekirse; diaspora nedeniyle İsrail’e koşulsuz destek veren Amerika Birleşik Devletleri (ABD), Rusya tehdidi nedeniyle ABD’nin duymak isteyebileceğini seslendiren Avrupa, yeni bir kriz çıkınca Ukrayna’yı gündemden düşüren Rusya, Pasifik’teki rekabette rahat bir nefes alan Çin veya milli birliğini yayılmacılık ve İsrail karşıtlığına endeksleyen İran gibi ülkeler an itibarıyla Filistin meselesinin tarafı oldular. Yani adil ve kalıcı barış için oynamaları gereken rolü geri plana attılar.
Türkiye'nin normalleşme girişimleri
Birinci Dünya Savaşı ile milli sınırlarına çekilen Türkiye’nin durumuysa diğer ülkelerden farklı. Türkiye son dönemde başlattığı "normalleşme" girişimleriyle Orta Doğu coğrafyasında olumlu bir ivme yakaladı. Bölge ülkeleriyle siyasi düzlemde yürütülen görüşmeler meyvesini vermeye başladı. Örnek vermek gerekirse, Türkiye’nin Mısır, Birleşik Arap Emirlikleri (BAE), Suudi Arabistan, Yunanistan ve İsrail’le ilişkilerini pozitif gündeme oturtması değerli. Ayrıca NATO’nun Vilnius Zirvesi’nde ABD ile yakalanan ivme, Amerikalıların yanlış Suriye ve terör politikasına rağmen, ümit verici. Ukrayna saldırısı sonrası Rusya ile Batı arasında "açık kapı" olma politikasıysa Türkiye’nin dış politikasının potansiyelini ortaya koyuyor.
Türkiye son tahlilde böyle bir dış politika açılımı yaparken Filistin’de yaşanan gerilimin sonlandırılmasına ve kalıcı bir sükunet döneminin kurgulanmasına katkıda bulunabilir. Ancak Türkiye’nin içinde yer alacağı yapıcı bir inisiyatifin önündeki engellerin farkında olmak gerekir. Öncelikle Batılı ülkelerin "Türkiye" önyargılarından sıyrılması gerekiyor. Türkiye’nin doğru ve adil olanı seslendirmesi nedeniyle, kendi çıkarlarını önceleyen ABD ve Avrupa zihniyeti Türkiye’nin girişimlerine tedirgin yaklaşıyor. Amerikalıların 1 Mart Tezkeresi nedeniyle Türkiye’de ‘Batıcı’ bir yönetimi iş başına getirme arzusu dikkate alınırsa "Erdoğan" odaklı bir başarı hikayesine hazır olduğu pek söylenemez. Belki de bu nedenle Dışişleri Bakanı Hakan Fidan ile telefon trafiğine önem veren Antony Blinken tüm bölge ülkelerini ziyaret ederken Türkiye’ye gelmedi. O halde Avrupa’nın ve ABD’nin artık "Türkiye kompleksini" bir kenara bırakması gerekiyor.
İsrail ve Filistin cephesi
Sorunun doğrudan tarafı olan İsrail, Türkiye’nin bölgede güvenlik ve istikrara katkı sağlayabileceğinin farkında. Ancak İsrail iç siyasetindeki muhafazakarlaşma ve Amerikan garantilerine "aşırı" güven hissi maalesef kısıtlayıcı etki gösteriyor. İkinci Dünya Savaşı’nda soykırıma varan felaketlere ve yakın tarihindeki savaşlara bakılırsa, İsrail’in diplomaside ödün vermesi cesur olmayı gerektiriyor. Ancak İsrail halkının iç ve dış barış olmadan sürekli uçurumun kıyısında yaşamak zorunda olduğu ve artık kalıcı çözümlere yönelmenin gerektiği belirgin.
Filistin tarafı dikkate alındığında, Türkiye’nin eli daha da güçlü. Filistin’in iç siyasi uyumunun sorunlu olması bir dezavantaj olarak ortaya çıksa da Türkiye, "İsrail-Filistin" barışında tarafsız ve adil bir yaklaşımı ön plana çıkartabilir. Ayrıca Mısır ve Ürdün gibi bölge ülkelerinin Türkiye ile dayanışma içerisinde olması barış sürecine olumlu bir girdi sağlayabilir. Öte tandan İran ile güdümündeki silahlı grupların böyle bir "barış" sürecine engel olmaya çalışacaklarını görmek gerekir.
Tüm olumsuzluklara rağmen, İslam İşbirliği Teşkilatı çatısı altında başlatılacak ve "Medeniyetler Uyumunu" esas alan bir inisiyatifin farkında olmak gerek. Türkiye ve diğer ülkelerin el vererek başlatabileceği bir girişimle halen kör düğüm olmuş İsrail-Filistin meselesi için yeni bir sayfa açılabilir. Türkiye’nin "arabulucu" veya "garantör" misyonlarına hazır olduğunu ilan etmesi de aslında böyle bir niyete emare. Öte yandan İsrail cenahı da tüm akil tarafların ifade ettiği iki devletli çözüme hazır olmak durumunda. Diplomasinin kapsamı sükun bir geleceğin ancak bazı alanlarda geri adım gerektirdiği dikkate alınırsa İsraillilerin cesur kararlar alması gerekiyor. Öte yandan Filistin cenahında da "beyaz sayfa" açma cesareti olmalı. Ancak mevcut gelişmeler böyle beklentileri sadece temenni düzeyinde bırakıyor.
Esasen çözüm arzu edildikten sonra onu keşfetmek ve mümkün kılmak zor değil. Ancak her halükarda hem İsrail’in hem de Filistin’in silahları susturması ve böyle bir sürece olumlu yaklaşması gerekiyor. Mevcut koşullar ise tarafları çözümden ziyade çatışmaya yönlendiriyor. Hamas’ın elindeki rehinelerin salıverilmesi ve İsrail’in saldırılarını durdurması, bir ihtimal tarafları geri adım atmaya teşvik edebilir. Aksi halde masum canların yok oluşu devam edecek.
Sonuçta, "adalet sadece eşitler arasında olur" anlayışının terk edilmesi şart. "Barışın kaybedeni olmaz" şiarıyla acıları bir kenara itmek ve çözüm için cesur olmak gerekiyor.
[Doç. Dr. Murat Aslan, Hasan Kalyoncu Üniversitesi Öğretim Üyesi ve SETA Kıdemli Araştırmacısıdır.]
DÜŞÜNCELERİNİ PAYLAŞ